
Öyle bir devirde, dünyada, ülkede, şehirde yaşıyoruz ki…
Artık hiçbir şey şaşırtmıyor beni…
“Demek ki kaderde bunları yaşamak da varmış” diyorum.
Neticede ilahi kudret tarafından yaratılan ana akış belli olsa da kendi irademizle belli bir noktaya kadar olaylara dahlimiz olduğuna da inanıyorum şahsen…
Tabi işin dini tarafı herkesin kendi inancı boyutunda kendini bağlar.
Ülkemiz de, şehrimiz de o kadar nevi şahsına münhasır ki maşallah…
Şu geçirdiğimiz beş, on senede bile yaşadıklarımıza bakıyorum da neler var neler…
Kalkışma girişimleri, ekonomik savaşlar, yurtdışında yaptığımız askeri operasyonlar, ihtikârlar (karaborsacılık), eski dünya düzeninde görmeye alışkın olduğumuz savaşlar…
Ben “Tarih tekerrür eder” görüşüne sahip olanlardan değilim. Ben bu bilimin eğitimini almış biri olarak tarihin tekerrür ettiğine inanmıyorum.
Tarihte yaşanan her olay kendine özgüdür; onlarca, yüzlerce kendine has dinamik sonucunda yaşanır ve birbirine benzerlik gösterse de ayrıdır.
Dolayısıyla “tarihin tekerrür ettiğine inananlar” olayların benzerliğinden hareketle bu kanıya varırlar çoğunlukla…
“Bak eskiden de şöyle olmuştu; şimdi de tarih tekerrür ediyor” derler. Benim de içinde olduğum bazılarının görüşüne göre ise olaylar birbirine benzer ama tekerrür etmez.
İşte bundan önemlidir zaten, tarihi dikiz aynası olarak kullanmak…
Geçmişe, geçmişten yararlanarak yazılan tarihe bakarız ki yapılan yanlışları tekrarlamayalım, tekrar tekrar yapmayalım.
Son günlerde yaşanan olaylar ve gelişmeler ne kadar çevreye ve doğaya sahip çıkmamız gerektiğini göstermedi mi bize…
Tarımsal üretimin, tarımsal olarak kendimize yeten bir ülke olmanın, kırsal yerleşmelerin ne kadar önemli yerler olduğunun ve bu yerleşimlerin orada yaşayanların kalmasına yönelik olarak standartlarının yükseltilmesinin…
Maşallah; otuz, kırk yıldır köylerimizi sadece yaşlıların, emeklilerin yaşadığı yerler haline getirmenin altyapısını oluşturduk elbirliğiyle…
Çiftçilik ve zirai üretim; para etmeyen, gelir getirmeyen işler kapsamında en ön sıralarda yerini alırken, hızla köyler de boşaldı.
Ancak bu noktada olayı sadece bir devlet, memleket meselesi olarak değil bireysel açıdan da ele almak gerek…
Arada sırada anne-baba, akraba ziyareti yapmak için köyüme gittiğimde gördüğüm manzaralara hepiniz rastlamışsınızdır muhtemelen…
Şöyle kendi köyünüzü getirin gözünüzün önüne…
Bunu yaptığınızda göreceksiniz ki ne kadar viran, bakımsız ve tarım-hayvanlığın bitme noktasına geldiği köylerde yaşıyormuşuz meğer…
Her fırsatta, yaşadığı çevreyi geliştirme ve çevre hassasiyeti son derece yüksek olan rahmetli babamla çok konuşurduk bu meseleler üzerinde…
Rahmetli, kendi evinin bahçesinden, dış kapısının açıldığı sokaktan başlardı bu hassasiyeti hayata geçirmek adına…
Ancak köy kahvesinde, cami bahçesinde, ya da değişik yerlerde “arkadaşlar gelin köyü güzelleştirme derneği kuralım” önerisi hiçbir zaman karşılık bulmamıştır mesela…
Şimdi düşünüyorum da şehirle ya da yaşadığım yer neresi olursa olsun orayı geliştirmek, güzelleştirmekle ilgili bu merakım, çabam rahmetliden kalan güzel bir davranış olmalı…
Ancak bu hassasiyet herkeste olmalı ki bir anlamı olsun; karşılık bulsun.
Sosyal medyada kurduğum “köy grubunda” ne benden başka paylaşım yapan var; ne de yaptığım ”Gelin arkadaşlar köyümüzü ihya edelim, gerekli kamu kurumlarına, belediyelere giderek eksiklikleri giderme adına ziyaretler yapalım” önerisine karşılık veren…
Neticede ben köyde yılda taş çatlasa beş-on günümü, onlarsa hayatlarını orada geçiriyor olmalarına rağmen…
Üstelik köyün “okumuş tayfası olan öğretmeni, hemşiresi, askeri-polisi vs.den de” ses soluk çıkmamasından, köyde bulunduklarında köy kahvesinde oyun oynamak gibi “ulvi” etkinliklerinden de olayın mahiyetini anlamak mümkün…
Dolayısıyla genel anlamda bir tepkisizlik, ilgisizlik, boş vermişlik hüküm sürüyor ülkenin en küçük yerleşiminden en büyük şehirlerine kadar…
Bundan değil midir ki hemen hemen her yaptığımız öneriye, fikri tartışmaya “boş, gereksiz, anlamsız” muamelesi yapılması…
Ne yazık ki ülkemizde, şehrimizde terimlerin, kavramların içi boşaltılmış, yönetim ve yaşayış modeli kısa vadeli, ranta dayalı bir anlayışa dönüşmüş durumda…
Şehrimizi ve içinde yaşayan yaklaşık 1,3 milyon insanı “yöneten, temsil eden” belediye başkanı bile bu yüzden her ağzını açtığında belediyeyi şirket yönetir gibi yönetmekten bahsediyor ya zaten…
Ülkeyi hiç sormayın, o da aynı zihniyetle yönetiliyor mevcut durumda…
Tabi bu anlayışın hâkim olduğu bir tabloda “zeytinlikler, sulak alanlar da” kimin umurunda…
Kültür, sanat, zanaat, çevre, yeşil, estetik gibi kelimeler ağızlarda sadece…
Bunlar bile ranta giden yolda aracı kılınan şeyler durumuna geldi ne yazık ki…
O kadar hızla ve yakıcı şekilde değişiyor ki gündem…
İnsanlık hem fiziki hem manevi anlamda zaten son yıllarda ölmeye yüz tutmuştu; artık freni patlamış kamyon gibi…
Kendi adıma ne devletten, ne de yerel yönetimlerden çok da beklentim kalmadı işin açığı…
Hem ümidim yok, hem de yapacak kadro…
Zaten bunları talep eden de…
Hani o yazıp durduğumuz, sosyal medyada paylaştığımız büyük, fiziki projelerin yapılacağına zaten hiç inancım kalmadı.
“Aç kalmayalım, sağlığımız iyi olsun, barış olsun başka da bir şey istemem” noktasındayım.
Onun için Altıeylül Belediyesinin yaptığı türden sosyal-kültürel etkinlikler, tiyatro festivali gibi faaliyetler neyimize yetmiyor noktasına gelmiş durumdayım.
Ne bizim devlet, belediye yapımız, ne genlerimiz, kültürel kodlarımız çok da bunlara müsait değil…
Biz bu treni çoktan kaçırdık…
Binmek isteyen de yoktu zaten…